Ramazân-ı şerif; kullukta derece kazandıran ve bu mânevî kayıplara mâni olmayı öğreten bir takvâ mektebidir. Bu mektebin; oruç, infak, terâvih vb. programlarıyla verdiği tâlimler vardır.
Oruç; nimetlerin kadrini bildirerek, gönüllerdeki şükran duygularını derinleştirir.
Zira insan; mahrum kalmadıkça, içinde bulunduğu nimetleri hakkıyla idrâk edemez. Her gün rahatça yiyip içilen nimetlerden; oruç vesilesiyle, günün belli bir kısmında mahrum kalmak, insana aczini hatırlatır. Oruç; her hâlükârda Rabbimiz’e muhtaç olduğumuzu, hakikatte bir an bile O’nun lutfuna sığınmaktan müstağnî kalamayacağımızı telkin eder.
Böylece Ramazân-ı şerif; Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına karşı, gönüllerdeki hamd ve şükür duygularını kuvvetlendirir.
Şükür, nimetin cinsinden olur. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlere muhtaçlığını idrâk eden mü’min; fakirlik ve mazlumluk sebebiyle, aç ve muhtaçların yaşadığı hissiyâtı, hakka’l-yakîn idrâk eder. Onlara karşı şefkati artar.
Oruç; diğergâmlık tâlimidir. Yoksulların ve muhtaçların çektiği sıkıntılardan sadece biri olan açlığı fiilen yaşatarak, onların hâlinden anlamayı temin eder. Ramazân-ı şerifte bu hissiyat, bir ay boyunca devam eder ve böylece gönüllerde merhamet, şefkat ve cömertlik tohumlarının filizlenmesini sağlar.
Darb-ı mesel olarak da; «Tok, açın hâlinden anlamaz!» denilmiştir.
Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Yûsuf -aleyhisselâm-’a;
“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisiniz. Neden kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye sordular. O ise şu hikmetli cevabı verdi:
“Karnım tok olursa açların hâlinden gaflette kalıp onlara ikramda kusur işlerim diye korkuyorum!”
Din kardeşlerinin hâlini düşünmek, onların sıkıntılarını gidermek için gayret göstermek, bu yolda içtimâî hizmetlere koşmak, kâmil mü’minlerin hayat düstûrudur. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mü’minler için bu hâlin zarûretini şöyle ifade buyurmaktadır:
“Mü’min kardeşinin derdiyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)
“Komşusu açken tok yatan, (kâmil) mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15)
“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7)
Bugün;
Suriye, Filistin, Mısır, Yemen ve daha nice İslâm memleketleri birer mâtem ülkesi hâline geldi. Dullar ve yetimlerle doldu. Bu hususta üzerimize düşen mes’ûliyeti şu hadîs-i şerif ne kadar açık beyân etmektedir:
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Vefâtı esnasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defa;
«–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi.
Sonra da şöyle buyurdu:
«–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz husûsunda Allah’tan korkun!»
Sonra; «Namaz, namaz…» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek sesleri duyulmaz hâle gelince bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar ettiler.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Demek ki;
İslâm, dâimâ infâka ve cömertliğe davet ediyor. Mü’minler, kardeşlik imtihanında mes’ûldür. Bir mü’min; zor durumda olan mü’min kardeşlerinin, kendisine zimmetli olduğunu unutmamalıdır. Bir mü’minin, kardeşlerinin ızdırâbı karşısında bîgâne kalması; «Bana ne!» demesi düşünülemez!..
Ramazân-ı şerifte, bu mes’ûliyetlerimizi îfâ etmek husûsunda daha fazla gayret etmeliyiz. Hiçbir şey yapamasak bile, âyet-i kerîmenin ifadesiyle, onlara « قَوْلًا مَيْسُورًا/ gönül alıcı bir söz» ikrâm etmeliyiz. Duâlarımızda onları unutmamalıyız.
Bu itibarla;
Ramazân-ı şerîfi diğergâm bir ruhla değerlendirmek, hizmet ve infaklarla ihyâ etmek, kulun Rabbine olan muhabbetinin en güzel nişânesidir. Zira muhabbetin kantarı; sevilen uğrunda gösterilen fedâkârlıktır.
İbâdetlerin gayesi, Cenâb-ı Hakk’a takarrub/yakınlaşmaktır. İbâdet vecdiyle içtimâî hizmetlere koşmak, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek de, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın en güzel vesilelerinden biridir.
Zira rivâyete göre Hazret-i Musa;
“−Yâ Rab! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu.
Allah Teâlâ ona;
“−Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Sâdî-i Şîrâzî der ki:
“Mü’min kardeş! Merhamet ve şefkat ehli ol da sâlih zâtların yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun elinden tutuver. Gönlün, bir çiçek bahçesi gibi olsun. Şunu da bil ki, Allah dostları; daha ziyade kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.”
Yani Hak dostları; mâtemlerin civarında dolaşır, muhtaçların sessiz feryatlarına gönül verir, onlara candan ve maldan infâk ederek duâlarını alır, mahrumların huzur ve tesellî menbaı olurlar.
Hak dostlarından Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu hâli de, kâmil mü’minlerin diğergâmlık ufkunu ne güzel hulâsa etmektedir:
Hizmetinde bulunan talebesi, bir gün Dâvud-i Tâî Hazretleri’ne;
“–Efendim, biraz et pişirdim; arzu buyurmaz mısınız?” demiş ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirmişti. Ancak Dâvud-i Tâî -kuddise sirruhû-, önüne konan ete bakarak;
“–Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye nezâketle sordu. Talebe, durumlarının yerinde olmadığını ifade sadedinde içini çekip;
“–Bildiğiniz gibi efendim!” diyerek edeple cevap verdi. O büyük Hak dostu;
“–O hâlde bu eti onlara götürüver!” buyurdu.
Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samimî talebe ise;
“–Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip şu muhteşem cevabı verdi:
“–Evlâdım! Bu eti ben yersem kısa bir müddet sonra dışarı çıkar; fakat o yetimler yerse, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’ya çıkar!..”
Bu itibarla Ramazân-ı şerîfin rûhâniyeti, bizim de merhametimizi inkişâf ettirerek gönüllerimizi âdetâ bir rahmet dergâhı hâline getirmeli.
Lâkin bu sır hemen tecellî etmez. Evvelâ nefsin arzularına karşı sabretmek lâzımdır. Nefsin cimriliğine ve açgözlülüğüne muhalefet etmek lâzımdır. Bu sabrı insana kazandıracak, en güzel ibâdetlerden biri de oruçtur.
Kaynak: mahmud sami ramazanoğlu
Editör: Hilmi Tunalı